Mart 22, 2007

estore

çok sinirliyim nerden başlasam bilmiyorum. olmayan ürünleri varmış gibi göstermelerinden mi, siparişleri geç göndermelerinden mi yoksa hiç göndermemelerinden mi, yoksa bir gün içinde cevap vereceklerini söyledikleri site içi mesajları hiç kaale almamalarından mı, veya sitede telefon numarası bulunmamasından mı, hangisinden? bit pazarı gibi bir alışveriş sitesi estore. hatta alıpvermeyiş sitesi.

10 dakikalık bir konuşma sonunda kimliği doğrulatma ihtiyacı bile duymadan siparişimi iptal etme isteğimi kabul edecek kadar da ezik. çok sert konuştum sanırım.

başta ismini vermeyim, reklamını yapmış olmayım, reklamın iyisi kötüsü olmaz diyordum ama sonra düşündüm de benim blog googleda aramalarda ilk sayfada çıkıyoya, belki estore diye arayanlar siteye değil de bu yazıya gelirler ve fikir değiştirirler fln. evet efendim estore kullanmıyoruz hepsiburada kullanıyoruz, başımız ağrımıyor.

Mart 21, 2007

saatleri ayarlama enstitüsü

sanırım bir yıl kadar önce bir arkadaşımın övgüleriyle süslediği kitabı hediye etmesiyle okumaya başlamış ama sayfa 80 civarlarında devamını getiremeyeceğim ümitsizliğine kapılmış bırakmıştım. kitap veya filmleri yarıda bıraktığım pek olmaz ama bu bir istisnaydı. zaman içinde başkalarından da kitap hakkında övgüler duymaya, “okusana” tarzı telkinler almaya başladım ve bir önceki kitapyurdu siparişimden geriye okuyacak başka bişey kalmayınca da ahmet hamdi tanpınar‘ın saatleri ayarlama enstitüsü‘nü tekrar gündeme aldım.

kitabın ilk 100 sayfasını aştıktan sonra çok güzelleştiği, gülmekten yerlere yatıldığı düşünceleriyle ha gayret diyip eşiği aştım ve gerçekten denildiği gibi sevdim ama aslında 368 sayfa olup ormanda 10 kaplan gücünde olan, yoğun anlatımı ve eski türkçe kullanımıyla birinci vitesde uzun yol gitmeye çalışan bir araba gibi hararet yaparak okunan kitabın ilk 100 sayfasının kimi yerlerinden (bütünü için sıkıcı diyemem) daha sıkıcı yerleri olduğunu da gördüm.

kitap bir yavaşlayan bir hızlanan tempoda devam ediyor ve bazen hakkaten sıkarken bazen de elden bıraktırmayacak kadar kaptırıp gidiyor. yer yer çok güldürüyor, benzetmelerine, tanımlamalarına hayran bıraktırıyor.

bende alışkanlık oldu artık bu yazılar. film izlerken ve kitap okurken hakkında ne yazacağımı düşünmeye başlıyorum hemen. hatta bazen başladığım bir filmden ilk izlenimim kötü olursa, sıkılacağıma kanaat getirirsem “ne yazıcam ben bunun hakkında ya insanlar benden blog” bekler diye kara kara düşünmekten diyalogları kaçırıyor, filmi az geri alıyorum. felan filan.

ne diyordum. filmi izlerken şunlar geldi aklıma, onu söyleyecektim. saatleri ayarlama enstitüsü biraz dublörün dilemması, biraz fight club, biraz devil’s advocate. hayri irdal biraz nuh tufan, bir tutam jack, halit ayarcı ise biraz ibrahim kurban, aldığı kadar tyler durden, bence azcık da john milton. çünkü ancak şeytan bu kadar çok yalan söyleyip bu kadar başarılı olabilirdi. bunu şimdi uydurdum ama güzel oldu.

kitapta yanına işaret atılabilecek veya altı çizilebilecek, sonuçta alıntı yapılabilecek birçok paragraf var. bir kısmı saat veya herhangi başka birşey hakkında, dolayısıyla hayat hakkında ciddi tespitler içerirken bazıları da gülmekten yerlere yatıracak nitelikte. hem o kadar çok ki hangi birinin altını çizeceğinizi şaşırırsınız. sizin gibi okuyup bitirebilmiş birini bulup hakkında konuşmaya başlayın uzun süre susamazsınız, dalda dala atlayan serçeler gibi konuşur durursunuz (bu benzetme kitaptan). okurken kalem kullanma alışkanlığım olmadığı için çok hoşuma giden yerleri ya cep telefonuma yazıyorum ya da sayfa numarasını birkaç kez tekrarlayıp unutmamayı diliyorum. sayfa 146’nın sonunda komik bir paragraf görmüştüm ama şimdi bakınca spoiler olabilir diye vazgeçtim. onun yerine 199’dan kısa bir paragrafı alıntılıyorum.

“otomobil yerlerinden söktüğü ağaçları tepemizden ata ata gidiyor. herşeyde bir çocuk saçı yumuşaklığı var. altı sene evvel bakımsızlıktan ölen küçük kızımın saçları da böyle yumuşaktı. bari şu ihtiyarı çiğnemesek ! üstü başı benden perişan. belli ki kendinde değil ! aferin şoföre, adama hiç dokunmadan geçti. şimdi geçirdiği tehlikeyi anlayacak ve ürkecek. bu gece belki de rüyasında onu görecek, kaybettiği sevgililerinden bu kazanın hatırasıyla birdenbire ayrılacak.”

Mart 20, 2007

the departed

niye oscar vermişler ki bu filme anlamadım. martin scorcese‘nin bu sene de oscar alamazsa hayata küseceğini mi düşündüler acaba. neye göre veriliyordu bu oscar sahi. şahan gökbakar‘ın ntv’deki programındaki skeçi geldi aklıma filmin sonunda. kameranın köstebeği gösterdiğini söylemişti. çoğunluğunu yahudilerin oluşturduğu akademi üyelerinden felan bahsetmişti. neyse konumuz o değil.

bugün bunu hepatit ze kişisiyle de konuştuk. kendisi karakterimi tahlil etti bir çırpıda. sanki ben bir fotoğrafım taam mı, açmış beni fotoşopta kesiyor felan. hüop dedim bi saniye. ben hiç bir şeyi, hiç kimseyi en yükseğe oturtmam ok? bişeyler haketmediği(ni düşündüğüm) halde en yükseğe oturtulursa da itiraz edesimi tutamam.

bak işte şimdi de tutamıyorum. normal şartlarda beğenebileceğim filme böyle kin kusuyorum. karamel görünce titretiyorum yani. ben buyum, ne yapabilirim.

şimdi şöyle ki bu film film değil. bi sürü de uzun. odun grubu matt damon kişisi (su grubu diye bişey varmış, burçlarla ilgiliymiş yeni öğrendim, odun grubunu da ben uydurdum) yine kendinden nefret ettiriyor, jack nicholson‘ın kendi sesi türkçe dublajını yapandan kötü ve leonardo di caprio çok fena arabesk. polislerin hepsi salak ve hepsinin de ağzı bozuk. sonra bir de, bir ara bunlar aralarında konuşurken arkadan ortamla alakasız sesler geliyordu. bilmiyorum dvdden mi kaynaklanıyordu yoksa filmin garipliği miydi.

ama bi daha da oscar alan film izlersem !!!

Mart 16, 2007

yüzler

rasim özdenören‘in farklı insan tiplerini, karakterlerini incelediği, yüzlerini yorumladığı, davranış biçimlerini sorgulayıp o niye böyle dedi bu niye böyle yaptıya muhtemel cevaplar verdiği bir kitap yüzler. kimi kısa kimi uzun, kimi sıkıcı kimi akıcı makalelerden oluşuyor. bazı makalelerde örnekleme yapmazken bazılarında kurgu bir olay veriyor ki söyledikleri canlandırılabilsin ve anlaşılabilsin. bir kısmında da ünlü roman karakterlerini masaya yatırıyor ki benim okurken en keyif aldıklarımdı bunlar.

raskolnikof: tek adamın monologu ya da kendinin şeytanı: estetik böcek

raskolnikof’un, şeytanına ne zaman kulak kabartmaya başladığı meçhuldür. onun öyküsü, o işi yapmaya karar verdiği süreç içinde bize iletilir. onun tereddütlü gibi göründüğü durumlar bile, aslında verilmiş bir kararın icraya konma denemelerinin momentleri gibi durur.

intihar edenin yüzü

umutsuzluğun doruk noktası daima saçma olanla buluşur: çünkü doruk noktasına ulaşmış olan umutsuzluk, orada, kendi özgül saçma’sını da bulur. gündelik yaşanan umutsuzluğun böyle bir doruk noktasına ulaşması sıkça görülen olaylardan değildir. umutsuzluğun doruk noktasına, bu demektir ki o saçma olan yere ulaşması, aynı zamanda onu yaşayan kişinin çılgınlığı ile de eşleşir. olanların olması ve kişinin kendine kıyabilmesi için bu üç öğenin buluşması gerekiyor: umutsuzluk, saçmalık ve çılgınlık.

Mart 14, 2007

kritik bir durum

ne zaman neyi merak edeceği belli olmayan bloggerların başlattığı ve bir virüs gibi ordan oraya yayılarak sanat akımı oluşturan mimleme hadiselerinden bir diğerini hepatit ze paslamış bana. sadece bana değil, tam 6 kişiye. kendisinden de böylesi bir bulaştırıcılık oranı beklenirdi zaten.

olayımız pası aldığımız blog sahibini eleştirmekmiş. hayır karakterini değil. site tasarımı, yazılarını fln sanırım. hepatitin yazısından bunu anladım. geyik yapacak olduktan sonra bundan kolay ne var. gerçi kendisi eleştiri kaldırabilir bir insan mıdır, bu yazımdan sonra bana yaklaşımı nasıl olur, linkimi sitesinden kaldırır mı gibi sorular aklıma gelmiyor değil ama kısmet diyip devam edelim.

yalnız şöyle birşey var ki söylemeden geçemem. benim hepatiti olumsuz eleştirmem daha önce söylediklerimi inkar etmem manasına gelir. temayı seçerken sordu güzel dedim. kuşlar var hani linklerin yanında yeşil. onları da sordu. o açıdan beni mimlemekle çok akıllıca davrandığını itiraf etmek zorundayım. tahmin etmiş olmalı eskisinden farklı şeyler söyleyemeyeceğimi.

ama blogu hakkındaki fikirlerimi bu vesileyle söylemek isteyebilirim. bir ali ayçil sever olup kendisini ondan güzel yazdığına inandıramadığım, anormal insanlardan oluştuğuna inandığım çevresiyle yaşadığı komik diyaloglarını her seferinde gülerek okuduğum, ama son zamanlarda yazacak bişey bulamama hastalığına kapılmış bir blogger bu hepatit ze kişisi. ya çevresi normalleşti ya da artık sıkıcı birini okuyor, seviyor. onun dışında, teması felan da güzel ama değiştirmek iyi gelebilir onu da burdan söyleyim. belki o zaman tekrar yazmaya başlar.

görevimi yerine getirmiş olabilmem için bu kadar yazmam yeterliyse eğer birini mimleyim ama kimi. hepatit bana kimseyi bırakmamış sezerden başka. hocam iyi orta gol getirir.