Archive for Mayıs, 2006

Mayıs 31, 2006

oğullar ve rencide ruhlar

yaşından beklenmeyecek bir olgunluğa ve terbiyesizliğe sahip alper kamu’nun ettiği lafları ve hayal dünyasını okudukça “nasıl yaa 5 yaşında mı bu çocuk” diyesi geliyor insanın. gidişat polisiyeye kaymadan önce epey bir güldürüyor, hatta kopartıyor. yer yer gözümden yaş geldi gülmekten desem abartmış olmam sanırım. polisiye kısmını da başarılı buldum. biraz aceleye geldiği, amerikan filmlerindeki cinayet çözümü sahnelerine benzediği eleştirilerine katılıyorum çünkü kitabı okumam sadece birkaç günümü aldı. ki yavaş okuyan biriyimdir. diğer kitaplarını da okumalı alper canıgüz’ün diyip kendi yazdığı özgeçmişini ve kitabın arka kapak yazısını alıntılayım ki neyle karşı karşıya olduğunuzu anlayın. kitabın adı “oğullar ve rencide ruhlar evet”. boşuna yazmadım başlığa.

“1969´da istanbul´da doğdum. çocukluğum acıbadem´in çeşitli mahallelerinde, uydurduğum hikayeleri arkadaşlarıma anlatarak geçti. kalan zamanlarımda da mahalle savaşlarına katılıyordum. zannediyorum yalancı ve kötü huylu oluşum bundan ileri gelmektedir. 1980´de dârüşşafaka´ya girdim. orada, fazla konuşmak zayıf biri olduğunuzu düşündürebileceğinden hikayelerimi anlatmayı bırakıp yazmaya başladım. bir ara franz kafka isimli şahsiyetin benim kadar iyi uydurabildiğini fark edip küçük bir hayal kırıklığı yaşadım. ama çabuk toparlandım. ne de olsa ben daha gençtim ve o ölmüştü. boğaziçi üniversitesi´ndeki psikoloji eğitimim bana japon bıldırcınlarından pek de akıllı sayılamayacağızı öğretti. otuz yaşına geldiğimde, başladığım bir romanı nasıl olduysa bitirebildim: “tatlı rüyalar, psiko-absürd romantik komedi.” bugünlerde 11 aylık kızım ada´yla birlikte yeni romanım üzerinde çalışıyoruz. jules verne, michel zevaco, dostoyevski, calvino, nabokov ve fowles hayatımın farklı dönemlerinde beni etkilemiş, büyük uydurukçulardır.”

“Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar. Ben Alper Kamu, birkaç ay önce beş yaşına bastım. Doğum günüm yaklaşırken vaktimin büyük kısmını pencerenin önünde, dışardaki insanları izleyerek geçiriyordum. Hızlanarak, yavaşlayarak, türlü sesler çıkararak ve bir yerlere bakarak yaşayıp gidiyorlardı. Bir gün onlardan biri haline geleceğimi düşünmek beni hasta ediyordu. Ne yazık ki bundan kaçış yoktu. Zaman acımasızdı ve ben hızla yaşlanıyordum.

Hayatımdaki tek iyi şey artık anaokuluna gitmek zorunda olmayışımdı. Zarardan kâr. Uzun süre annem ile babama anaokulunun bana göre bir yer olmadığını anlatmaya çalışmıştım aslında. Bütün rasyonel dayanaklarıyla. Hiçbir işe yaramamıştı maalesef. İlla ki uykumda kan ter içinde tepinmek, servis minübüsü kapıya geldiğinde küçük çaplı bir sinir krizi geçirmek gibi yöntemlere başvurmam gerekecekti derdimi anlamaları için. Kepazelik. İnsanı kendinden utandırıyorlardı.”

Alper Canıgüz, Tatlı Rüyalar’dan bilinen sürükleyici diliyle, 5 yaşındaki bir çocuğun içine düştüğü bir hikayeyi anlatıyor. Yaşının avantajıyla her yere girip çıkan, hem filozof, hem fırlama bir oğlan… Hikayeyi ve “karakteri” çevreleyen semt hayatı ve mahalle atmosferi de, bizzat karakter kazanıyor, anlatıda…

Polisiye, fantastik ve mizahi edebiyatın tadlarını ustaca kaynaştıran, olağanüstü özgün, çok iddialı bir kitap.

Mayıs 30, 2006

“gitsem nereye kadar, kalsam neye yarar
hiç anlatamadım, hiç anlamadılar”

Mayıs 28, 2006

nadalın fendi federeri yendi

roland garros tenis turnuvası 29 mayıs 2006 pazartesi günü başlıyormuş. masaüstüme not almıştım unutmayım diye. buraya da yazıyımki girdikçe görüyüm. kendime herşeyi unutabileceğimi telkin ediyor gibi bir halim var. çok dalga geçiyolar “tamam yaparım ama unutabilrim hatırlat bana” dediğimde. masaüstümdeki to do list im veya masamdaki not kağıtlarım da dalga konusu. bunu derken yapmam gereken bişeyi hatırladım. yok kurgu fln değil gerçekten unutmuşum yapmayı. yok be işim gücüm yokta unutuyorum diye post yazıyım o arada bişeyi hatırlamış gibi yapıyım diye kurgu mu yapıcam. hadi ordan!

roland garros başlıyomuş diyordum, bu postun konusu budur. tenis severlere duyrulur. sevmeyenler duymaz yanına geliversin..

Mayıs 26, 2006

otuzsekiz

bugün iyice anladım ki ailesel kalabalıklarda piknik yapacak yaşı geçmişim. kafam almıyor konuşulan konuları, muhabbete fransızdan daha yabancı kalıyorum. kıtalararası bir yabancılıktan bahsediyorum efendim o kadar yakın değil..

dün de uzun zamandır merak ettiğim bir şeyi denemiştim. cnbce izlerken her reklam giriş-çıkışında görüp “ya şundan bi yemeli ama nası bulucaz heryerde satılmıyor galiba” diye içimden geçirmeme ülker choxx’un şu kutulu olanlarından buldum aldım. ilginçtir kutunun üzerinde 300 ml yazıyordu ama vasati kaç çöp olduğuna dair bir ibare yoktu. göz kararı 14 gibi saydım emin değilim ama. fiyatını ne siz sorun ne ben söyleyim. choxx’a verdiğim paranın daha azına bir sürü panda marka dondurma aldım bugün. değer mi o paraya derseniz, bence değer derim bir süredir izlemediğim ve daha kısa olan bir süredir de yayınlanmayan (sözlüğün yalançısıyım her hafta bakıp da gene mi yayınlanmadı felan diyor değilim) dikkat şahan çıkabilirdeki ismini hatırlayamadığım 2008 istanbul belediye başkanının tonuyla. ne kadar uzun bir cümleydi, ne gerek vardı bu kadar kasmaya. güzeldi diyip geçmek varken. neyse..

bilenler bilir. izleyenler bilir demeliydi aslında. levi’s engineered jeans’in levi’s giyen kızların levi’s giyen erkeklere yaslanıp şekil yaptıkları bir reklam yayınlanıyor son günlerde televizyonlarımızda. merak etmeyin bu günler birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz günler felan demeyeceğim. işbu reklamın spooky diye bir müziği var ve söyleyeni veya başka bişey yapanı doktor zoil diye biri. hollanda nüfusuna kayıtlı olduğu hususunda ciddi şüphelerim var. googleda arayınca neden hep japonumsu koremsi sitelerde çıktığı konusuna açıklık getirebilmiş değilim ama. sadede gelelim üstad dediğinizi duyar gibi oldum. üstad demenize gerek yok ama sadede gelelim diye sıkıştırmanız hoş değil. belli ki söylemekte zorlandığım bişey var. ben ki aradığı her mp3ü bulabilmesiyle tanınmış bir insanken işte bu doktor zoil hollandalısının spooky’sini bulamadım efendim. çok içime işledi rüyalarıma felan girecekti nerdeyse. levi’s reklamı çıkınca televizyonda görüp moralimi bozmayım diye kanalı değiştirecek raddeye geldim. bu radde kelimesini de yıllardan beri ilk kez kullanıyorum bi garip oldum. belki de hayatımda ilk kez. çok ilginç bir deneyimdi..

ha bir de doritos alaturka keyf reklamı var. kanallar arası gezinirken ve kanal 7’nin bulunduğu 4 numaralı kumanda tuşuna basmışken (kanal 7 televizyonların 4 numaralı programına kayıt edilir efendim. aksini kabul etmiyorum. 7 ye felan kaydedenler oluyor uyarıyorum onları burdan. 7 show tv’nin yeridir. ne alaka bilmiyorum ama doğuştan gelen bişey olmalı diye düşünüyorum) – parantez öncesi hatırlatma yapalım. kanalları geziyordum ki kanal 7’yi açmış bulundum. basmışken demiş orda kalmıştım. allahım kafam çok dağıldı bu paragrafın sonunda bitirmeliyim postu – ımm evet basmışken işte, sol alt köşede bu bir reklamdır ibaresi vardı ve iki adet marketsel toplu raf düzeneğinin arasında iki mankenimsi ellerinde sallama çay kutusuna benzer şeylerle dans ediyorlardı ki aralarından çok taranık saçlı bir eleman fırladı ve şarkı söylemeye başladı. sözleri dinlemeden reklam insanlarının hareketlerine anlam vermeye ve sonraki hamlelerini tahmin etmeye çalıştım. itiraf edeyim taranık saçlı elemanın barlarda olur hani böyle upuzun masa, bi tarafından yollarsın bira dolu bardağı karşıdan tutarlar, filmlerde olur hep öyle sahneler, öyle bir masanın üzerinden sürüneceğini hiç tahmin etmemiştim. neyse efendim. yok öyle bir reklam diyin lütfen. benden başka kimse görmemiş olsun. ben de rüyaydı o zaman diyim. rüya değil kabus olur ondan ancak gerçi. unutalım gitsin. olmasın böyle reklamlar..

Mayıs 23, 2006

otuzyedi

“..düşüncenin kaygı ağacında büyüyen meyvelerine karamsarlığın kurtları yuvalanır”

Murat Menteş / Aynalı Barikatlar / Sf.181