Archive for Eylül, 2006

Eylül 30, 2006

yetmişaltı

ilkokula gittiğim yıllara denkgelen çocukluk yaşlarımda ismi lazım değil bir arkadaşımla ettiğimiz kavgalarda tekmeler tokatlar atılmaz gözler morarıp kemikler sızlamazdı. tüm süreç defakto bir can acıtmamazlık paktı içerisinde gelişir ve sonuçta olan gömlek düğmelerimize olurdu. hırpalamak düğmelerini sökmek, hırpalanmak düğmesiz kalmak demekti. eve düğmelerimiz eksik olarak giderken, galip gelen en çok düğme kopartan, mağlup olan ise kopan düğmelerinden dolayı gömleği göğsünde bozulmuş masa örtüsü gibi durandı. çok onur kırıcıydı.

Eylül 28, 2006

dolmamışçılık üzerine

Düşünün ki; güneşin doğuşuna denk düşen bir alarm sesiyle uyanmak zorunda kaldığınız bir günün, oruç tutuyor olmanın metabolizmayı zorlama noktasının tepe değerine ulaştığı bir saatinde okula gitmek için mecburi olduğunuz, tüm imkanları seferber etseniz dahi kaçamayacağınız sondasınız… Dolmuştasınız….

Ve öyle bir dolmuş şoförü ki; aslında genel anlamda “gelen gideni aratır” düşüncesini yalanlarcasına birbirini aratmayan insanlardır. Bir anlamda standartizasyon sağlanmıştır o cenabta…

Bana “dolmuşun dolduğuna bir türlü inanmayan” diğer meslektaşlarından farklı olduğunu düşündürmeye başlamıştı ki; bu düşüncemin ömrü kısa sürdü. Bu dalalete düşmemin sebebi ise; dolmuş hakikaten dolmuştu. (tabii buradaki dolmuş ibaresi fiil olup belirsiz zamanla çekilmiş ve medeni anlamda bir doluluk kastedilmiştir. Yani oturacak yer mevcut değil babında) Ben de hangi akla hizmet bilemiyorum; adamın bir süre yolda dolmuşa binme temayülünde hatta gafletinde bulunanları görmemezlikten gelmesiydi galiba. O gaflette bulunanlardan birine gayri ciddi olarak yaptığı teklif ise oldukça şaşırtıcıydı. “65 milyon + ehliyet garantisi ver alayım seni” derken ayakta yolcu almayışının temelinde medeni bir anlayış yatmadığı gözler önüne seriliyordu. Aslında benim dolmuşçular için bu tarz hüsnü zanda bulunmam galiba içinde bulunduğum oruçlu insan halet-i ruhiyesinden kaynaklanıyordu.

Niyeti ne olursa olsun medeni insanlar gibi gideceğimizi düşünürken, önemli bir polis noktasından geçtikten sonra bir sonraki denetim noktasında çömelmeleri önşartıyla dolmuş bir anda her anlamıyla dolmuştu. ” Biz bize benzeriz, yoktur birbirimizden farkımız ” demekten kendini alamamış şoför trafikte hızla ilerlerken, kendilerinin devamlı yaptığı, tarz haline getirdiği ve başkalarını öyle gördüklerinde sinirlendikleri biçimde araç kullanan diğer araç sürücüsüne ilk ışıklarda camı açıp aynı ukalalık ve nev-i şahıslarına münhasır bir davranış yekliyle “geçmişinde araba yarışlarına mı katıldın, ne güzel kullanıyorsun sen arabayı” derken tariz sanatının tüm inceliklerini kullandığının farkında bile değildi..

Diğer araba kullanıcısının yanıtı ise net ve kendinden emin “dolmuşçulardan öğrendim” bu yanıtla gerçekler yüzüne bir tokat gibi vurulan, bu zeki çevik aynı zamanda ahlaklı da olmayan şoförün ağzından çıkan talihsiz açıklamayı yani daha doğrusu sözü söylemeye terbiyem müsade etmez, söylemeye zorlasam belki eder ama paylaşmaya etmez.

Bilmiyorum bu şoförler Ankara’da yöresel özellikler mi yansıtıyor yoksa bu beynelminel, kabul görmüş bir dolmuşçuluk jargonu mudur ?

Başta düşünün demiştim ama düşünseniz de yaşamak zorunda kalmayın…
(olay ve yazı bana ait olmadığı gibi cümlelerin devrikliği ve cümleler arası anlam bağlantısızlığında da sorumluluğum bulunmamaktadır. fail sezer‘e selam ederim..)

Eylül 10, 2006

yetmişiki

seyir halindeki bir otomobilde müzik dinlemenin keyfi çok farklı. bugün buna kanaat getirdim yüksek sadakat ihtimaller denizinde diye höykürürken; o sırada gözümün önünden geçenlerin içinde deniz namına hiç bir şey olmamasına rağmen. müzik dinlerken gözün gözümsediği görüntünün sürekli değişiyor olması insanda film izlediği veya benzeri bir his yaratıyor sanırım. tanımlayabilmiş değilim ama böyle bir şey işte. bundan hareketle şarkılara “kulaklıkla dinleyiniz”, “yüksek sesle arabada dinleyiniz, hızınız da ses kadar yüksek olsun” gibi uyarılar iliştirilmesini istiyorum. gazlı içeceklerdeki “soğuk içiniz” uyarısı gibi hani..