sanırım bir yıl kadar önce bir arkadaşımın övgüleriyle süslediği kitabı hediye etmesiyle okumaya başlamış ama sayfa 80 civarlarında devamını getiremeyeceğim ümitsizliğine kapılmış bırakmıştım. kitap veya filmleri yarıda bıraktığım pek olmaz ama bu bir istisnaydı. zaman içinde başkalarından da kitap hakkında övgüler duymaya, “okusana” tarzı telkinler almaya başladım ve bir önceki kitapyurdu siparişimden geriye okuyacak başka bişey kalmayınca da ahmet hamdi tanpınar‘ın saatleri ayarlama enstitüsü‘nü tekrar gündeme aldım.
kitabın ilk 100 sayfasını aştıktan sonra çok güzelleştiği, gülmekten yerlere yatıldığı düşünceleriyle ha gayret diyip eşiği aştım ve gerçekten denildiği gibi sevdim ama aslında 368 sayfa olup ormanda 10 kaplan gücünde olan, yoğun anlatımı ve eski türkçe kullanımıyla birinci vitesde uzun yol gitmeye çalışan bir araba gibi hararet yaparak okunan kitabın ilk 100 sayfasının kimi yerlerinden (bütünü için sıkıcı diyemem) daha sıkıcı yerleri olduğunu da gördüm.
kitap bir yavaşlayan bir hızlanan tempoda devam ediyor ve bazen hakkaten sıkarken bazen de elden bıraktırmayacak kadar kaptırıp gidiyor. yer yer çok güldürüyor, benzetmelerine, tanımlamalarına hayran bıraktırıyor.
bende alışkanlık oldu artık bu yazılar. film izlerken ve kitap okurken hakkında ne yazacağımı düşünmeye başlıyorum hemen. hatta bazen başladığım bir filmden ilk izlenimim kötü olursa, sıkılacağıma kanaat getirirsem “ne yazıcam ben bunun hakkında ya insanlar benden blog” bekler diye kara kara düşünmekten diyalogları kaçırıyor, filmi az geri alıyorum. felan filan.
ne diyordum. filmi izlerken şunlar geldi aklıma, onu söyleyecektim. saatleri ayarlama enstitüsü biraz dublörün dilemması, biraz fight club, biraz devil’s advocate. hayri irdal biraz nuh tufan, bir tutam jack, halit ayarcı ise biraz ibrahim kurban, aldığı kadar tyler durden, bence azcık da john milton. çünkü ancak şeytan bu kadar çok yalan söyleyip bu kadar başarılı olabilirdi. bunu şimdi uydurdum ama güzel oldu.
kitapta yanına işaret atılabilecek veya altı çizilebilecek, sonuçta alıntı yapılabilecek birçok paragraf var. bir kısmı saat veya herhangi başka birşey hakkında, dolayısıyla hayat hakkında ciddi tespitler içerirken bazıları da gülmekten yerlere yatıracak nitelikte. hem o kadar çok ki hangi birinin altını çizeceğinizi şaşırırsınız. sizin gibi okuyup bitirebilmiş birini bulup hakkında konuşmaya başlayın uzun süre susamazsınız, dalda dala atlayan serçeler gibi konuşur durursunuz (bu benzetme kitaptan). okurken kalem kullanma alışkanlığım olmadığı için çok hoşuma giden yerleri ya cep telefonuma yazıyorum ya da sayfa numarasını birkaç kez tekrarlayıp unutmamayı diliyorum. sayfa 146’nın sonunda komik bir paragraf görmüştüm ama şimdi bakınca spoiler olabilir diye vazgeçtim. onun yerine 199’dan kısa bir paragrafı alıntılıyorum.
“otomobil yerlerinden söktüğü ağaçları tepemizden ata ata gidiyor. herşeyde bir çocuk saçı yumuşaklığı var. altı sene evvel bakımsızlıktan ölen küçük kızımın saçları da böyle yumuşaktı. bari şu ihtiyarı çiğnemesek ! üstü başı benden perişan. belli ki kendinde değil ! aferin şoföre, adama hiç dokunmadan geçti. şimdi geçirdiği tehlikeyi anlayacak ve ürkecek. bu gece belki de rüyasında onu görecek, kaybettiği sevgililerinden bu kazanın hatırasıyla birdenbire ayrılacak.”